Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE'nin kaleminden...

Bay Tütünü Takdimimdir!
Foto Galeri /

“Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti.”

Bu cümle, “edebiyat” alanında 2006 yılında almış olduğu Nobel ödülüyle, Nobel’i alan ilk Türk vatandaşı olarak tarihe geçen yazarımız Orhan Pamuk’un Yeni Hayat isimli romanının, belki de eserinin daha da tanınmasına vesile olan, o tılsımlı başlangıç cümlesidir.

Yeni Hayat’ın, mütevazı kitaplığımda bulunan, İletişim Yayınları tarafından yayınlanmış Ağustos 2006 tarihli 69. baskısının kapak sayfasında, gecenin bir vakti, evinin penceresinin kenarındaki masanın üstüne koyduğu kitabı, yüzündeki mutluluk ifadesiyle okuyan bir delikanlının fotoğrafı vardır. Masada, ayrıca, neredeyse yarısı tükenmiş bir Samsun sigara paketi ile bir kutu da kibrit bulunmaktadır.

Kitabın kapak sayfasındaki o fotoğrafın ilk gençliğimi, romanın o tılsımlı başlangıç cümlesinin ise bizatihi kendi hayatımı yansıttığını ifade etsem, aslında duygularımı pek de abartmış sayılmam!

Bekarlığımda annemle birlikte oturduğumuz evin kentsel dönüşüm sonucu yıkılacak olması dolayısıyla, annemi o evden geçici olarak oturacağı kira evine taşırken, bir kısmını orada bıraktığım kitaplarımı kolilere yerleştirme sırasında gözüme çarpan küçük boyutta basılmış bir başka kitap gözüme ilişince yaşadım bu duyguları...

Yazarı J. Brun-Ros olan Hatiplik Sanatı adlı bu kitabı görünce, onu usulca elime aldım, sayfalarını karıştırdım ve eski bir dostu görmüşcesine dudaklarımda beliren tatlı bir tebessümle okşamaya başladım kitabın kapağını...

Tıpkı, Orhan Pamuk’un Yeni Hayat adlı kitabının kapak fotoğrafındaki o delikanlının yaptığı gibi, neredeyse onun yaşlarında ve sigara dostluğuyla, gecenin bir vakti Hatiplik Sanatı adlı kitabı evimde okurken, tıpkı, yine Yeni Hayat’ın başlangıç cümlesinde ifade edildiği gibi, birdenbire benim de bütün hayatım değişmişti.

Hayat, bir yönüyle, Amerikan bilardosuna benzer! Oyunun (yaşamın) başlangıcında, kaderlerini belirleyen o ilahi vuruşla (doğumla) başlar bilardo toplarının (insanların) o kutsal yolculuğu... Bu cümledeki oyun yerine yaşam, vuruş yerine doğum, bilardo topu yerine insan kelimeleri kullanılırsa eğer, ne demek istediğim çok daha iyi anlaşılacaktır.

Sonrasında, o bilardo topları, bantlara çarparak ve diğer toplarla çarpışarak, uzayıp giden bir hayat yolculuğuna çıkarlar. Aynı insanlar gibi... Ve her çarpmada; kah sevinç çığlıkları, kah mutluluk kahkahaları, kah ağlama hıçkırıkları, kah hüzün feryatları yayılır etrafa...

O ilahi güç, o başlangıç vuruşunu öylesine incelikle hesap etmiştir ki, o çarpmalar, belli bir sıra çerçevesinde ve hangi topun hangi topa ya da hangi banta ve ne zaman çarpacağı öncesinden bilinerek akıp gider bilardo masasında... Bu sırayı tek bilmeyense, masada bir o yana, bir bu yana savrulan o bilardo toplarıdır. İşte biz insanlar, buna kısaca kader diyoruz. Bilardo masasındaki toplar deliğe, yaşamdaki insanlarsa mezara girene kadar oyun ya da yaşam bu şekilde devam eder.

Bu tarz bir düşünce yapısına sahipseniz ve algılarınız böyle çalışıyorsa eğer, hayattaki hiçbir şeyin bir tesadüf olmadığına inanırsınız. Mantık bunu emreder çünkü... Hayatta karşılaştığınız her insanın, her olayın ya da her nesnenin hayatınıza girmesinin ve sizin hayatınıza yön vermesinin özel bir nedeni olduğunu düşünürsünüz.

27 yıl öncesinin o karanlık gecesinde, elimde sigara ile o akşam kitaplığımdan rastgele seçtiğim Hatiplik Sanatı adlı o cep kitabını okumaya başlamasaydım, bugün belki de bambaşka bir hayatım olacaktı ya da henüz gencecik yaşında, tedavisini yapan hekimlerin tespitleriyle tamamen sigaranın tetiklediği akciğer kanseri yüzünden, teşhisinden 6 ay gibi kısa bir süre içinde, 65-70 kilodan 40-45 kiloya düşerek, adeta karşımızda mum gibi eriyip bu dünyadan göçüp giden rahmetli babam gibi, belki ben de aranızda olmayacaktım.

Oysa bugün, O’nun sigara yüzünden öldüğü o genç sayılabilecek yaştan daha ileri bir yaşta olduğumu, hem büyük bir hüzünle ve hem de buruk bir gururla söyleyebilirim.

İtiraf ediyorum, bu satırların yazarı, henüz tebeşirin tozunu solumadan sigaranın dumanını solumuş ve içeriğinde bulunan o iğrenç nikotini o körpecik ciğerlerine düşüncesizce çekmiş biridir. Çocuk yaşımda, içime çektiğim o zehrin, sonrasında, tıpkı o garip babacığımın yaşadığı gibi, sonu genelde ölümle sonuçlanan ve kanser başta olmak üzere birçok hastalığa davetiye çıkardığını bilmiyordum elbette...

Hücrelerin hasar gören DNA’ları nasıl onardığını ve genetik bilgisini koruduğunu haritalandıran araştırmaları sayesinde 2015 Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülüp, Nobel’i alan ikinci Türk vatandaşı olarak tarihe geçen Prof. Dr. Aziz Sancar’ın verdiği konferanslarda sıklıkla dile getirdiği “Kanserin en büyük sebebi sigara içmektir. Sigara içerseniz DNA başa çıkamaz.” açıklamalarından da bihaberdim...

Çok küçüktüm daha... Benden sadece bir yaş büyük olan ağabeyimle aynı anda ilkokula başlayabilmek adına 6 yaşındayken o beyaz yakalı siyah önlüğü giydiğim gözönüne alınırsa, o ilk dumanın henüz 5 yaşımdayken ciğerlerime girdiği ortaya çıkar.

Rahmetli babamın memuriyeti dolayısıyla bulunduğumuz, Trakya’nın Karadeniz sahillerine yakın o küçük kasabasında, evimizin karşısında bulunan askeri kışlada talim yapan askerleri seyrederken, dinlenme aralarında, belki de kendi aralarında eğlenmek için ellerimize tutuşturdukları filtresiz Asker sigarasının dumanıydı ciğerlerime ilk giren...

Sonrasında da, ya babamın o vakitler içtiği filtresiz Bafra sigarasından veya misafir odasının ortasındaki sehpanın üzerinde duran camdan sigaralığın içine konulmuş ve gelen misafirlere ikram için alınmış, nispeten daha hafif içimli olan ama yine filtresiz Bahar ya da Gelincik paketlerinden ikişer-üçer aşırmalar ve onları da gizli kapaklı sağda solda içmeler...

Lise yıllarına kadar böyle masum sayılabilecek kaçamakların ardından, lise yıllarında artık iyice büyüdüğümüzü düşünüp ve de okuldaki abilerimize özenip, babamızın verdiği harçlıklarla bakkaldan sigara alıp paket taşımalar... Hemen hemen 1970’lerin sonlarına denk gelen o dönemlerde pek meşhur olan, giydiğimiz o yeşil parkaların göğüs hizasında bulunan yan ceplerine ne de güzel yakışırdı o paketler. Sorardık birbirimize, paketler belli oluyor mu uzaktan, diye. Çocukluk işte... Anne-babalarımız ya da öğretmenlerimiz görseler paket taşıdığımızı, yapacaklarını bilir veya en azından tahmin eder ve korkardık!

Lise bittikten sonra, üniversite öncesinde, sigara içtiğimi öğrenen babamın, soğuk kış gecelerinde evimizin balkonuna çıkıp sigara içtiğimi anlayınca, üşümeyeyim diye tek-tük olmak kaydıyla oda içinde ve yanında sigara içmeme izin vermesine nasıl da sevinmiştim. Garibim, nereden bilsindi, varlığına, belki de bana kıyamadığından ılımlı davranmak zorunda kaldığı o meretin, çok da uzun olmayan yıllar sonrasında, sinsice ve de haince bizzat kendisinin katili olacağını...

Sonra üniversite yılları ve günde hemen hemen üç pakete çıkan sigara maceram... Neredeyse elimden düşürmez, birini söndürmeden, öncekinin ateşiyle diğerini yakardım. Ta ki, üniversite bittikten sonra Tuzla Piyade Okulu’na teslim olmama altı gün kala, hayatımın dönüm noktalarından biri olarak gördüğüm 11 Nisan 1989 gününün ilk saatlerine kadar...

Satırlarıma başlarken izaha çalıştığım o başlangıç vuruşunu yapan ilahi güç, kaderin o ince hesaplamasıyla, hatip olacağımdan değil de sigarayı bırakmama vesile olacağı için elime o gece o kitabı tutuşturmuş ve beni bu sayede o illetin pençesinden gencecik yaşımda kurtarmıştı.

Kitap, nasıl hatip olunacağını anlatan bir kitaptı. İçeriğindeki ikinci ders “Ses Jimnastiği” başlığını taşıyordu. Soluk kesilmesiyle sözün kesilmemesi ve solumayı öğrenerek sesin ayarlanması ve böylelikle sesin yerine oturması için derin derin nefes alma egzersizleri yapılmasını öneriyordu. Ben de hem kitabı okuyor, hem sigaramı tüttürüyor ve hem de önerilenleri yapmaya çalışıyordum.

Fakat bu egzersizlere sıra geldiğinde, öksürük krizlerine yakalanıyordum neredeyse... Günde üç paket sigara içen 20’li yaşlarındaki bir delikanlının bu tarz egzersizleri ne derece sağlıklı bir şekilde yapabileceği malumlarınızdır. O öksürük krizlerinden sonra elimdeki sigarayı gayri ihtiyari söndürmüş ve o akşam başka sigara içmemiştim. Kitabı, verilen nefes egzersizlerini yapamadığımdan o kısımları atlayarak yarılayınca da, büyük bir moral çöküntüsüyle yatıp uyumuştum.

Aslında, öncesinde, sigarayı delicesine bırakmak isteyen biriydim. Tehkikenin farkındaydım, fakat elimden bir şey gelmiyordu. Son iki yıl içinde ciddi anlamda üç denemem olmuştu; ama o bağımlılıktan kendimi kurtaramayıp, bunu bir türlü başaramamıştım. Hiç unutmam, tüm denemelerimde cebimden çubuk krakerleri asla eksik etmezdim. Ne zaman sigara gelse aklıma, ki maalesef sık sık gelirdi, elim hemen cebimdeki krakerlere giderdi. Bu, bir aldatmacaydı benim için... Kendi kendimi kandırmaktan başka bir şey değildi yaptığım. Çünkü, sigarayı cebimden atmıştım atmasına ama, beynimden atamamıştım bir türlü... Nitekim, her bırakmamdaki tam üçüncü ayın sonunda, kendime adeta bir mükafat verir gibi bir sigara armağan eder ve mutlaka arkası da gelirdi. Sonuç, hezimet olurdu her seferinde...

Otuz üç yıl boyunca günde ortalama beş paket sigara içip, son sigarasını söndürdükten sonra kendisini dünyayı sigaradan kurtarmaya adayan adam olarak bilinen Allen Carr “Beyninizde süren çekişmede, taraflardan birini yok ettiğinizde bırakmak için iradeye ihtiyacınız olmaz.” der. Sanırım benim özel durumumu, bu tespit oldukça gerçekçi bir şekilde açıklıyor.

Sigarayı bırakmak istediğim o dönemde, meğer, beynimde müthiş bir savaş yaşanıyormuş da, haberim yokmuş! Ve o savaşı, şükürler olsun ki, diğer tarafı ortadan kaldırarak, sigarayı bırakmamı isteyen taraf kazanmış. Böylelikle, ilerleyen dönemde, irademe bile gerek kalmaksızın “Bay Tütünü” hayatımdan tamamıyla ve tıpkı bir paçavra gibi söküp atacağım bir dönemin altyapısı hazırlanmış bilinçaltımda...

Ve o mucizevi gecede, kader, Hatiplik Sanatı adlı o cep kitabının sayfaları arasına gizleyerek sunmuş hayatımın hediyesini bana... Bazı şeyler, peşinden kovaladığınızda değil, onu kovalamayı bıraktığınızda teslim olurlar size... Hayatın, kendi içinde büyük bir paradoks da barındıran bu altın kuralını, aslında ben o gece okuyarak değil, yaşayarak öğrenmiştim. Sigarayı hiç de bırakmak gibi bir niyetim olmamasına rağmen, ertesi gün de içmedim. Ondan sonraki gün de...

O geceden altı gün sonra, yani 17 Nisan 1989’da Tuzla Piyade Okulu’na teslim olmuş, ondan 4 ay sonra da, çektiğim kura sonucu Kahramanmaraş’a Asteğmen rütbesiyle gitmiştim. Hala, içimdeki ses, “bugün de içmedin, bugün de içmedin”, diye müjde veriyordu bana... Hissediyordum bunu... Hep merak ederdim, ne zamana kadar sürecek diye... Üzerinden 27 koca yıl geçmesine rağmen, eskisinin şiddetinde olmasa bile hala merak eder, dururum. Çoğunluk askerde başlar, bense kaderin garip bir cilvesiyle, askerde bırakmıştım sigarayı...

Hatırlayanlarınız mutlaka olacaktır, 1980’lerde, TRT’nin tek kanallı olduğu dönemde oldukça ses getiren bir diziydi “Bay Alkolü Takdimimdir”... Gazeteci Halit Çapın’ın kendi yaşamından kesitler de sunan, düştüğü alkol bataklığını bütün çıplaklığıyla ve kendi kalemiyle gözler önüne seren aynı adlı kitabından televizyona uyarlanmış çarpıcı bir yapımdı bu... Hala hatırımdadır, Engin Cezzar’ın “Bay Alkol” tiplemesi tek kelimeyle muhteşemdi.

Ben de, bundan esinlenerek yazımın başlığını “Bay Tütünü Takdimimdir” diye koydum ve kişisel tarihimde iz bırakan “Bay Tütün”ü anlatmaya çalıştım ve bir dönem bana adeta tıpkı bir sülük gibi yapışan lanet olası o illetten yakamı nasıl kurtardığımı aktardım siz değerli okurlara... Neden “Bayan Tütün” değil de “Bay Tütün” diye soracak olursanız da, galiba, “kadın” gibi, belki de evrenin en zarif varlığı ile böylesine iğrenç bir illetin adının yan yana getirilmesine gönlüm elvermediği içindir. Muhtemelen, rahmetli Halit Çapın da aynısını düşünmüştür.

Aranızda, ola ki sigara içenler veya başlamaya niyetlenenler varsa eğer, satırlarım inşaallah kar suyu kaçırır bazı kulaklara... Ve yeni yılda çok daha sağlıklı bir hayata merhaba deriz hep birlikte... Bu da, bu satırların yazarını, yılbaşı çekilişinde kendisine Milli Piyango’dan büyük ikramiye vurmuşcasına sevindirecek bir teselli olur 2017 için...

Bizimkisi, Hoca Nasreddin misali, yoğurtla değil de yazıyla göle maya çalmak gibi bir şey nihayetinde, ya tutarsa diyerek... Sıradışı bir yeni yıl hediyesi arayışı içine girmişseniz eğer; ileride, yüzbinlerce, belki de milyonlarca insanın yaşadığı gibi, vaktiyle ailemizin de yaşadığına benzer o dramı yaşayıp “Neden ben; neden biz?!” dememek adına, başta kendinize olmak üzere, belki de canınızdan çok sevdiğiniz ailenize ve çevrenize verebileceğiniz en değerli ve en anlamlı hediye, bilin ki, sigarayı bırakarak ya da o illete hiç başlamayarak “dumansız hava sahası”na yapacağınız katkıdır; bunu da, lütfen, bir kenara not edin!

Kalın sağlıcakla... Mutlu yıllar...

Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Şube Yöneticisi ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi