Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE'nin kaleminden...

Ada...
Bora BÜKE'nin kaleminden...
Foto Galeri /

Hatırlar mısınız, kağıttan kayıklar yapardık çocukluğumuzda, o minicik ellerimizle... Çeşit çeşit, renk renk, boy boy... Hammaddesi; kah okunmuş bir gazete sayfası olurdu, kah karalanmış bir defter yaprağı... Büyük bir iş başarırmışcasına, nasıl da özene bezene katlardık onları...

O kayıkları nerede mi yüzdürürdük? Annelerimizin banyo kovalarına ya da leğenlere doldurduğu o tertemiz sular ne güne duruyordu? Al sana engin bir deniz, al sana ucu bucağı olmayan bir okyanus... Dalga mı? Elimizi bir daldırdık mı o suya, oluşan su kabarcıkları tıpkı bir tsunami gibi gelirdi o boncuk gözlerimize... Rüzgar mı? Nefesimiz yok muydu sanki? O nefesi, ciğerlerimiz patlayıncaya kadar içimize çekip de bir üfürdük mü; ne fırtınalar, ne boralar kopardı o küçücük su birinkintilerinde...

Bir tek adamız eksik kalırdı. Ne gam! Annemizin banyo süngerinden kopardığı o minik parçacıklar, hayalimizdeki denizin hayali adacıkları olurdu birdenbire... Dümenlerini bizlerin tuttuğu o kağıttan kayıklar, o hayali denizde, o hayali rüzgarları da arkalarına alıp, o hayali dalgalarla oynaşa oynaşa, o hayali adacıklar arasında seyrüsefer yaparlardı saatler boyunca... Zamanımız boldu nasılsa...

Sizi bilmem ama, benim dünyamdaki ilk adalar, annemin banyo kovasına doldurduğu suyun içine gelişi güzel serpiştirilmiş, küçük olmasına rağmen bizim o minik gözlerimize devasa büyüklükte görünen işte o sünger parçacıklarıydı...

O koca denizlerin, o devasa okyanusların, o kayıkların, o adacıkların tek hakimi, tek maliki sadece bizlerdik. O avuç içi büyüklüğündeki suratlarımızda yer alan, o tespih tanesi büyüklüğündeki gözlere ne de büyük görünürdü; o deniz, o kayık, o adalar...  Sonrasında bizler büyüdük, onlarsa, yıllarla birlikte küçülmeye başladılar gözlerimizde...

Sonunda, o kağıttan kayıklar, güvertelerine, tüm bu güzel çocukluk anılarımızı da yükleyerek, bilinmez denizlerin görünmez ufuklarına doğru, sakin bir meltem eşliğinde, yavaş yavaş uzaklaşıverdiler hayatımızdan, bizler farkına bile varmadan...

Fakat yine de, sevsek de sevmesek de, istesek de istemesek de, o adalar, bedenimizin olmasa bile ruhumuzun birer parçası olarak hayatımızda varolmaya devam ettiler... İyi ki de ettiler... Onlar olmasaydı eğer; daraldığımızda, bunaldığımızda, nereye kaçıp da boşaltabilirdik, içimizi, yüreğimizi kemiren tüm sıkıntılarımızı...

Ernest Hemingway, İspanyol İç Savaşı bağlamında savaşın anlamsızlığını sorguladığı o dev eseri "Çanlar Kimin İçin Çalıyor" adlı romanının girişinde, şair John Donne'ın, sonradan bir katedralde başrahip olduğu dönemde verdiği bir vaazdan alıntı yaparak şunları yazar:

"Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına; anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta; bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor."

Şairin dediği gibi, insan ada değildir... Ama, bunu zamanla öğrenir insanoğlu... Öğrendikçe ve çanların kendisi için çaldığını hissetmeye başladıkça, kendi adacıklarını oluşturma isteği uyanır iç dünyasında... Bir kaçıştır ada... Bazen başkalarından, bazen de insanın kendi kendisinden... Bir kurtuluştur. En yakınlarımıza bile söylemeye cesaret edemediğimiz gizli sığınaklarımızdır bizim, o küçük kara parçacıkları...

Hani, insan büyüdükçe dertlerin de onunla birlikte büyüyeceği öngörüldüğü için, biraz da ironik bir biçimde, "çocukluk edip de büyüme hemen" derler ya, büyürken bizlerle birlikte büyüyen dertlerimizin dermanıdır, panzehiridir o adacıklar...

Hayat, yaşadığımız anakaralarda, içinde barındırdığı bazı nimetleri herbirimize eşit miktarda sunmaz çoğu zaman... Fakat, bizden kopan parçalarla, bizzat bizim yaratmış olduğumuz adacıklar, cennetteymişiz gibi tüm nimetlerini hakkaniyet kurallarına uygun bir şekilde sunarlar bizlere... O adacıkların adalet dağıtan otoritesi bizlerin vicdanından başkası değildir çünkü...

Ve o adaların adalet terazisi de bizim elimizdedir... Terazinin bir kefesine umutlarımızı, hayallerimizi, kazanımlarımızı; diğer kefesine ise kırılan ümitlerimizi, parçalanan hayallerimizi ve bunların doğal sonucu olarak yitirdiklerimizi koyarız. Adalarımız; biraz da, anakarada kırılan, parçalanan ve yitirilenlerin mezarıdır... Dengeyi, terazinin kefesinde aleyhimize olan tüm olumsuzlukları o adaların çukurlarına gömerek sağlarız.

İnsan, kazandıkça değil, kaybettikçe olgunlaşır. Diğer bir ifadeyle, olgunlaşmış insan, kaybetmesini bilen insandır. Adalar; kaybettiklerimize kimselerin duymadığı ağıtlar yaktığımız, bizden başka kimseciklerin katılmadığı ayinler düzenlendiğimiz, hayatımızın sır dolu tapınaklarını topraklarında barındıran minik kara parçacıklarıdır. Ama o adaların sakinleri, asla ve asla bir Kaybedenler Kulübü üyesi değildir. Onlar, kazanmanın ve özellikle de kaybetmenin erdemini özümsemiş asil bir topluluğun üyeleridir.

İşte, tüm kişisel tarihimizi coğrafyasında barındırdığı içindir ki, dertlerimize, sıkıntılarımıza zaman zaman o adacıklara kaçarak derman buluruz. Gönül kırıklıklarımızın merhemi, o adacıkların, bizden başka hiç kimsenin keşfedemeyeceği o gizemli kuytuluklarında saklıdır. Ve bütün benliğimizle ararsak, mutlaka buluruz, yaralarımızın acısını dindirecek olan o merhemi...

Adalarımıza yaptığımız yolculuklar, Anadolu'nun bağrından çıkmış büyük Mevlana'mızın, hamlıktan pişmişliğe, oradan da yanmışlığa uzanan çileli ve meşakkatli yolculuğunun, yüzyıllar öncesinden günümüz dünyasına bir yansımasıdır adeta... Yanmışlıktan arta kalan külleri, o adaların çevresindeki serin sulara serperek devam edebiliriz ancak anakaradaki huzur dolu yaşantılarımıza... Eğer heybemize atıp yanımızda taşımaya kalkarsak o külleri, sırtımızda bir kambur varmışcasına, her gün daha da ağırlaşır günlerimiz, aylarımız, yıllarımız... Bir karabasan gibi günbegün çöker üzerimize o kambur... Sonuçta, göçertir bizi...

Anakara insanı ile ada insanı arasında inanılmaz farklar da vardır. Dingindir ada insanı. Ada, biraz da hüzün kokar. Hasret kokar buram buram... Hayali adalarda da böyledir bu olgu, gerçek adalarda da... Gökçeada'ya yaptığım seyahatlerde oranın yerli halkıyla konuşurken hissetmiştim bunu ilk... Tepeköy'deki Barba Yorgo'yla, Zeytinliköy'deki Barba Hristo'yla ve onun hemen yanıbaşındaki Madamın Dibek Kahvesi'ni işleten yaşlı Madam ve onun kocasıyla ve diğerleriyle konuşurken hissetmiştim. Ardından; Bozcaada'ya, Cunda'ya ve Kıbrıs'a yaptığım seyahatlerde de kapılmıştım bu hisse... Hele Gökçeada... Hele hele Cunda...

Cunda'da, eski bir kilisenin bahçesindeki evini şirin bir pansiyona çevirip oğlu ve kızıyla birlikte işleten 70 küsur yaşındaki Girit göçmeni Zehra teyzeyi hatırlıyorum. Sabah kahvaltılarında yanımıza gelip anılarını anlatırdı bize. Cunda'ya geldikten sonra, ne zaman kabak yemeği pişse annesinin ağladığını anlatmıştı bir sabah. Meğer, mübadele döneminde Girit'teki evlerinden Cunda'ya doğru zorunlu olarak yola çıktıkları gün, evlerinde kabak yemeği pişiyormuş. Hiçbir şeylerini alamadan, ocakta pişen kabak yemeğini bile yiyemeden, ocağı söndürüp gemilere binerek terketmişler vatanlarını... İçim burkulmuştu dinlerken...

Yaklaşık yedi-sekiz sene önce, İstanbul'un Prens Adaları'ndan biri olan Heybeliada'da çekmiştim bu fotoğrafı. Bu duvar ve üzerinde, içinde bulunduğumuz 2014 yılında 100. doğum günü kutlanan merhum Orhan Veli'nin o meşhur "Gün Olur" şiirindeki mısralar hala duruyor mu o duvarda, bilmiyorum... Ama her ikisi de, benim hayalimde ve ruhumda yaşattığım kişisel adada hala duruyorlar.

Bazı duyguları, en iyi şairler anlatır. Dilerim, her birinizin hayalinde ve ruhunda, tıpkı Orhan Veli'nin anlattığı gibi, denizden yeni çıkmış ağların kokusunda,  şu ada senin, bu ada benim diyerek, yelkovan kuşlarının peşi sıra gidebileceğiniz ve oraya sığınabileceğiniz ve sadece ve sadece size ait olan bir ada yer etmiş olsun...

 

Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Yöneticisi ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi