Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE’nin kaleminden...

Odaklanma üstüne…
Foto Galeri /

Uzaklık uyumu olarak da bilinir, gözün farklı uzaklıklardaki nesneleri net görebilmesi için gerçekleşmesi gereken süreç. Terim, fotoğraf makinesi ya da mikroskop gibi aygıtlardaki merceklerin ayarlanması için de kullanılır.”

AnaBritannica Genel Kültür Ansiklopedisi’nin “odaklama” maddesi yukarıdaki cümlelerle başlar.

Odaklama, tarihsel gelişimi açısından, özü itibarıyla fen bilimlerinin alanına girse de, sonraları, kelime, bünyesine ilave bir “n” harfi de katarak sosyal bilimler alanında da oldukça önemli bir yer işgal etmiştir.

Konunun önemi çocukluk dönemimize kadar iniyor. İlerleyen yaşlarımızdaki başarıyı belirleyen pek çok kriterden belki de en önemlilerinden bir tanesinin de oto kontrol olduğu söylenir.

Çocuklarımızın başarılı olmasını istiyorsak, daha küçük yaşlarından itibaren onlara davranış biçimi olarak, basit yöntemlerle de olsa oto kontrolü öğretmenin oldukça önemli olduğunun altı çizilir çocuk gelişimi ve psikolojisi konusunda ihtisas yapmış uzmanlar tarafından… Oto kontrolün içeriğinde de en önemli faktör olarak disiplinle birlikte odaklanma çıkar karşımıza…

Çocukluktan sıyrılır ve yavaş yavaş büyümeye başlarız sonraları... Büyüdükçe de farklı alanlara yöneliriz. Okuldan eğitim, hayattan öğretim alırız. Boş vakitlerimizi değerlendirebilmek veya hayatımıza renk katabilmek adına hobiler ediniriz.

Spor yapar, sinemaya, tiyatroya gideriz; dans ederiz; kitap okur, şiir yazarız. Vakti gelince hayata atılırız. İş, meslek edinip para kazanırız. Aşık olur evleniriz. Bu aşamaların her anında, odaklandığımız nesneler, kişiler, olaylar devamlı bir şekilde değişim, dönüşüm içinde olurlar.

Spor yaparken; futbol oynuyorsak topa, yelken yapıyorsak rüzgara, dağa tırmanıyorsak tutunduğumuz kayaya odaklanırız. Sinemada perdeye, tiyatroda sahneye odaklanırız. Dansta müziğe, kitapta kahramana, şiirde duygularımıza odaklanırız.

İş hayatına atılınca önümüze hedefler koyarlar, bu kez onlara odaklanmak zorunda kalırız. O hedefleri başarırsak sevince, başaramazsak da hüzne odaklanırız.

İçimiz kıpır kıpırdır. Birdenbire, belki de hiç ummadığımız bir anda birileriyle kesişir yolumuz. Onların gözlerine, saçlarına, dudaklarına ve bunların hepsinin birden alevlenerek içimizde yaktığı ateşe, yüreğimizde filizlenen aşka odaklanırız.

Evleniriz, çocuğumuz olur. Bu kez hayatımızın odak noktasına tamamen onu yerleştirir ve tüm benliğimizle ona odaklanırız.

Acıkınca yemeğe, uykumuz gelince yatağa, seyahatte isek yola odaklanırız.

Bu listeyi dilediğiniz kadar uzatabilirsiniz. Çünkü hayatın her aşamasında odaklanacağımız bir şeyler mutlaka çıkacaktır karşımıza... Belki de biz farkında olmadan, bu süreç, gizliden gizliye kişiliğimizi yoğurup, karakterimizi oluşturur bizim… Ayrıca, geleceğimizi de şekillendirir.

Dolayısıyla buradaki en önemli ve en temel sorun neye, nasıl ve hangi amaçla odaklandığımızdır. Doğru odaklanmalar hayatın içinde cenneti, hatalı odaklanmalar ise cehennemi bile yaşatabilir bizlere… Bazen sonuçları öylesi uç noktalarda dahi olabilir, odaklandığımız şeylerin doğru veya hatalı olmaları… Evrendeki en acımasız ama en adil öğretmen olan “zaman”, gün gelir mutlaka ödetir vaktiyle yapmış olduğumuz hatalı tercihlerin bedelini ya da tercihlerimiz doğruysa da taçlandırır onları…

En baştaki tanıma dönersek “nesneleri net görebilmek” vurgusu oldukça önemlidir bu tanımda… Olayı fen bilimlerinden sosyal bilimler boyutuna taşırsak, tanımı “olayları net ve doğru görebilmek” olarak değiştirmek durumundayız elbette...

Bunu başarabilirsek, yani olayları net ve doğru görüp, gerçekçi yorumlar getirebilirsek onlara, o denli rahat eder ve o denli mutlu ve huzurlu bir hayat süreriz yaşadığımız müddetçe...

Küçük bir anekdot… Fıkra gibi, ama başımızdan geçen gerçek bir olay. Servis aracımızın ve onun şoförünün sıklıkla değiştiği günlerdi. Sabah işe gelirken, servis aracına son durakta binen kız arkadaşlarımızdan biri, bazen önden bineceğini söyleyip ön kapıyı, bazen de arka kapıdan bineceğini söyleyip arka kapıyı açtırıp biniyordu otobüse…

Amacı da son derece basitti. Otobüse binişini, servise kendisinden önce binen arkadaşının oturduğu konuma göre ayarlıyordu. O önde ise önden, arkada ise arkadan biniyor ve gidip onun yanına oturuyordu. Ama bizim yeni şoför, içeriye değil, dışarıya odaklandığı için bunu anlamamış ve algılayamamıştı bir türlü...

Kızcağız, bir gün önce önden bindi ise, ertesi sabah ön kapıyı açıyor; arka kapıdan bindi ise de ertesi sabah yine arka kapıyı açıyordu şoförümüz. Şans bu ya, bir türlü tutturamıyordu kızın bineceği kapıyı… Bir kaç gün böyle kapı bulmaca oynayıp ve doğru kapıyı bulamayıp artık sabrı da tükenince sonunda patlayıverdi kıza, kendine has o şirin mi şirin şivesiyle: “E, bir karar ver artık! Önden mi bineceksin, yoksa arkadan mı?”

Aslında olay tamamen bir odaklanma meselesi… Şoförümüz dışarıya odaklandığı için içeriyi ıskalamıştı. Dışarıya odaklandığı kadar biraz da içeriye odaklansa idi, kız arkadaşımızın amacını rahatlıkla anlayacak ve kendisini de her sabah, o son durağa geldiğinde hangi kapıyı açsam diye boşu boşuna strese sokmayacaktı. Bu, yanlış olmasa bile eksik odaklanmaya, hayatın içinden alınmış esprili ve şoförümüzün sinirleri dışında başkaca hiç kimseye zararı dokunmayan ilginç bir örnekti.

Odaklanacağımız şeylerin doğru seçimine en güzel örneklerden biri ise, 18. yüzyılda yaşayıp Fransız devrimi ve aydınlanma hareketine büyük katkıları dokunan Fransız yazar ve filozofu Voltaire’in en tanınmış eseri olan “Kandid Ya da İyimserlik Üstüne” adlı kitabıdır.

Bu kitapta, aynı zamanda romanın talihsiz başkahramanı da olan genç Kandid, hemen hemen bütün dünyayı dolaşıp insanoğluna acı çektiren tüm kötülükleri sergiler birer birer…

Ve roman, roman kahramanlarının, huzurun ve mutluluğun sırrını, çalışmakta ve kendi bahçesini yetiştirmekte bulan yaşlı bir Türk bahçıvanla karşılaştıkları yer olan memleketimizde, İstanbul’da biter.

Yaşlı Türk, çalışmanın bizden üç büyük eksikliği; can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu uzaklaştırdığını söyler genç Kandid’e… Kandid bu sözler üzerine derin düşüncelere dalar ve romanın diğer kahramanlarına, onların yaldızlı olmakla birlikte ayakları pek de yere basmayan içi boş sözlerine karşı Kandid’in söylediği ve sonraki yüzyıllarda da geçerliliğinden hiçbir şey kaybetmeyen şu enfes saptamayla bitirir Voltaire kitabını: “Bunlar güzel sözler, ama bahçemizi yetiştirmemiz gerek…”

Çalışmak… Ve başkalarının bahçesinde gözümüz olmadan kendi bahçemizi işleyerek, orada ellerimizle diktiğimiz ürünleri yetiştirerek çalışmak… Ve yine o bahçenin verdiği ürünlerle hayatımızı idame ettirmek...

Daha 18. yüzyılda Voltaire’in roman kahramanının ağzından olsa dahi atalarımızdan birinin vermiş olduğu bu kutsal öğüde odaklanmayıp da; hayatımız için, geleceğimiz için, vatanımız için başka neye odaklanabiliriz ki?

 

Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Şube Sorumlusu ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi