Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE’nin kaleminden...

İğneada Üçlemesi’nin son durağı: Sislioba…
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Foto Galeri /

Seyahattesinizdir. Gözünüz yola, aklınız gideceğiniz yere odaklanmıştır. Aracınızla kilometreleri birer birer ardınızda bırakırken, yolun her iki tarafına da serpiştirilmiş sağlı sollu yön levhaları coşkun bir nehir gibi akıp gider önünüzden... Derken, o levhalardan birinin üzerinde yazan bir yer adı gözünüze takılıp, birdenbire, tıpkı bir mıh misali saplanıverir yüreğinize... Donup kalırsınız…

Karadeniz'in batı kıyısındaki en uç noktada bulunan İğneada'dan, onun hemen yanı başındaki hudut köyü Beğendik'e giderken yolda gördüğüm Sislioba tabelası, bende işte böylesi bir ruh hali yarattı. Sislioba… O kelimede çözemediğim bir gizem saklıydı sanki. Öylesine yakın, öylesine sıcak geldi bana…

Beğendik Köyünü gezdikten sonra, hemen ertesi günü, yüreğime dün saplanan o mıh'ı çıkartabilmek için, bu kez, fotoğraf makinemi de alıp, Beğendik'e komşu diğer hudut köyü Sislioba'ya doğru yola koyuldum.

Önümde stabilize bir yol uzanıyor. Sislioba 8 km. ötemde… Yola girmemle birlikte, bana yüzlerce metre eşlik edecek, kesilip de yolun her iki tarafına da istiflenmiş odun yığınlarıyla karşılaşıyorum. Bu yığınların hemen arkasında sıra sıra dizilmiş yemyeşil ağaçlar var.

Sislioba'ya yaklaştıkça orman sıklaşıyor; yol daralıyor; virajlar artıyor. Gözüm kilometre göstergeme kayıyor bir ara. Şu an 35-40'larda seyretmekteyim. Ağaçların aralarında diplerinden kesilmiş onlarca, yüzlerce ağaç dikkatimi çekiyor.

Sessizlik… Alabildiğine sessizlik… Otomobilimin motor gürültüsüyle, lastiklerin o stabilize yolla temasından başka hiçbir ses yok ortalıkta. Derken ağaçların dalları arasında Sislioba Köyü'nün evlerinin çatılarını, damlarını görüyorum. İçimi tarifsiz bir sevinç kaplıyor.

Biraz ileride yolun sağ tarafında bir tabela çıkıyor önüme: "Sislioba'ya Hoş Geldiniz" O bembeyaz tabelaya kan kırmızısı renklerle iki de Türk bayrağı işlenmiş. Köye girdikten sonra hızımı bu kez 10 km.'ye düşürüyorum. Sağımda, solumda, önümde, arkamda yukarıya tepelere doğru yayılan yemyeşil ağaçlar var. O yüksek tepelerin en dibindeki düzlükte de Sislioba. Ve ben… Az ötede köyün meydanına gelip arabamdan iniyorum. Her zaman yaptığım gibi fotoğraf makinemi de alıyorum yanıma. Köyün kahvesine giriyorum.

Köylerin kahveleri o yörelerin tarih kurumları gibidir. O kahvelerin yaşlı müdavimleri de yaşayan ayaklı kütüphaneleri… Onların anlattıklarına hiçbir tarih kitabında kolay kolay rastlayamazsınız. Çünkü o yaşananlar, kitaplara değil, vaktiyle yüreklere yazılmıştır. Onları öğrenebilmek için kitapların o tozlu sayfalarını beyhude çevirmek yerine, o sımsıcak yürekleri tatlı bir dille gün ışığına çıkartmak gerekir.

Köylülerle merhabalaşıyoruz. Bana sıcak bir çay getiriyorlar. Burada deniz olmadığı için balıkçılık da yok. Geçimleri sadece ormancılıktan. Yılda üç dört ay çalışabiliyorlarmış. Geri kalan aylarda da o kazandıklarını harcıyorlar mecburen! "Yettiği kadarını elbette." diyorlar sessizce, biraz da sıkılarak…

Sislioba Köyü'nün ağaç kesen köylüleri "Bizim kestiğimiz ağaçlar artık yeşermez!" diyor. Ağacı motorlarla en dibinden kesiyorlar çünkü. Eskiden yöredeki ağaçların sıklığı yüzünden o ormanlarda dolaşan geyikler boynuzlarını ağaçlara taktırmadan gezemezlermiş. Oysa şimdilerde, diyorlar, o ormanlık alanlarda traktörle dahi rahat rahat dolaşabilirsiniz!

Orman köylülerinin sigortaları yok. En büyük şikayetleri bu. "Allah göstermesin, başımıza bir hastalık gelse…" diyorlar "ancak kenarda paramız varsa tedavi olabiliriz!" En büyük özlemleri kendilerinin de devlet tarafından sigorta şemsiyesi altına alınmaları…

Köylüler bana ağaçları tanıma yöntemlerinin ince noktalarını öğretiyorlar. "Bak!" diyor içlerinden biri "Şu sol tarafta taa tepeye kadar gördüğün yeşillikli alan silme meşe ağacıdır. Buralarda en bol ağaç meşedir." diye de ekliyor. "Şu sağ tarafta meşelerin içinde gördüğün uçları sarıya çalan ağaçlar gürgendir. Onların önündeki biraz daha koyu yeşile çalan küçük yapraklı ağaçlar da kayın… Bunlar meşeye nazaran nispeten daha az bulunur buralarda." diye sürdürüyor anlatımını. Köyü gezmek ve de fotoğraflamak için izin isteyip ayrılıyorum yanlarından.

Beğendik Köyü'ne kıyasla Sislioba daha bir küçük… Daha az nüfusa sahip. Beğendik Köyü'ndeki 400-450 kişilik nüfusa karşın Sislioba'da yaklaşık 150 civarında yerleşik bir nüfus var. Çoğu da yaşlı köy sakinlerinin. Çocuklar büyüyünce buralarda pek durmuyorlarmış. Para kazanmak için göç ediyorlar köyden! Göç edenlerin geride bıraktıkları ana babaları da ölünce zaten oldukça eski halde bulunan o evler bakımsızlıktan iyiden iyiye virane halini alıyormuş köylük yerde.

Evleri bir başkasına satma gibi bir şansları da yok. Talep yok çünkü! Nitekim içinde kimseciklerin oturmadığı ve her tarafı dökülen bir sürü eve rastladım Sislioba'da… Yüreğim parçalandı. Nedense terkedilmiş evler eskiden beri hep hüzne boğmuştur beni. O evleri hayatta olmalarına rağmen bırakıp, terk edip de giden insanların ihanetine kahrederim içten içe…

Sislioba Köyü'nün yaşam kaynağı olarak, köyün o daracık toprak sokaklarında koşuşturup oynayan çocuklarla karşılaşıyorum. Çocuk, her yerde çocuk… En sosyetik semtte de, en yoksul köyde de çocuk, yine aynı çocuk… Ütopik bir hayal olduğunu bile bile, keşke hiç büyümeseler, bu masumiyetlerini kaybetmeseler, diye geçiriyorum içimden!

"Gazeteci amca geldi!" diye bağırıp peşime takılıyorlar. "Ben gazeteci değilim!" desem de anlatamıyorum derdimi bu sevimli çocuklara. Anlamıyorlar… Fotoğraflarını çekiyorum. Yüzlerinde gördüğüm o sevecen tebessümleri en azından yanımda götürebilmek için o suratları objektifim ve makinem aracılığıyla dialarıma aktarıyorum…

Ve onların yanlarından ayrılırken, "Her yeni doğan çocuk, Tanrı'nın hala insanlardan umudunu kesmediğini gösterir." diyen Hint asıllı şair ve düşünür Rabindranath Tagore'un ruhuna usulca bir selam gönderiyorum Sislioba adındaki bu hudut köyünden…

Yolum köyün dışına doğru kayıyor. Köyün dışına yaklaştığım sırada aniden onlarca küçük sineğin hücumuna uğruyorum. Ellerimle kovalamaya çalışıyorum gitmeleri için. Ama, nafile; gitmiyorlar. Köyün dışına çıkmaktan vazgeçip tekrar köy meydanına geri dönüyorum ister istemez. Peşimdeki çocuklar benimle dalga geçiyorlar! "Bak, bize gelmiyorlar. Seni yabancı gördüler, onun için geldiler sana!" diyorlar. Hak veriyorum o minik çocuklara gülümseyerek…

Kahvenin önüne geldiğimde, köylüler "Onlar harekete ve nefesinin sıcaklığına gelir." diye uyarıyorlar beni. Üzeri sineklerle kaplanmış makinemi elimden bırakmam ve belli bir müddet hiç hareket etmemem şeklinde bir öneride bulunuyorlar; dediklerini yapıyorum. Makinemi yavaşça arabamın üzerine bırakıp hareket etmeksizin köy kahvesinin önünde bir-iki dakika ayakta dikiliyorum.

Az sonra, köylülerin 'kör sinek' dediği üzerimdeki ve makinemdeki o onlarca küçük sineğin beni ve makinemi terk edip bizden uzaklaşmalarına tanık oluyorum. Köylülerin önerdiği yöntemle kurtulmuş oluyorum o kör sineklerden…

Köy kahvesinde biraz daha oturup sohbet ediyorum bu sevecen insanlarla. Köylülerin anlatımına bakılırsa, burası evvelden bir Bulgar köyüymüş. Adı da Pulaçov imiş. Evlerin çoğu hep o dönemden kalma. Sonradan Bulgarlar köyü terk ettiklerinde Romanyalı ve Bulgar göçmenler yerleşmiş bu köye. Adı da Sislioba'ya çevrilmiş. Tıpkı Rezve Deresi'nin adının Mutlu Dere'ye çevrilmesi gibi…


Sohbetin ardından ayrılırken vedalaşmaya başlıyorum köylülerle. Bana, geldiğim yönden değil de, bu kez köyün çıkış istikametinden İğneada'ya dönmemi tavsiye ediyorlar. Yolu asfaltmış ve çok da güzel. Tavsiyelerini bu sefer de dinliyorum.

Köy çıkışında yine Türk bayraklarıyla süslenmiş köyün "Güle Güle" tabelasını geçtikten sonra asfalt yolda buluyorum kendimi. Ada'ya yaklaşık 12 km.'lik bir mesafem var.

Nedendir bilmem ama, Sislioba Köyü beni oldukça etkiliyor. O topraktan yapılmış evleriyle; yer yer üzeri sazlarla kaplanmış damlarıyla; içlerinde şu an hiç kimsenin yaşamadığı terk edilmiş o virane yapılarıyla; yaşama sevinçleri gözlerindeki ışıltıdan bile anlaşılan kızlı-erkekli çocuklarıyla; köyün kahvesinde oturup, kollarını da kahvenin duvarına dayayıp gözlerini ufka dikmiş bir vaziyette kıpırdamaksızın duran o vakur insanlarıyla… Kısaca, tepeden tırnağa her şeyiyle…

Dönüş yolunda başlayan yağmurun da etkisiyle içimi tarifsiz duygular kaplıyor. Yağmurla ıslanan asfalt beni seyahatimin sonuna doğru götürüyor usul usul... Bu yörelerde konakladığım ve daha bir sürü yerini gezip göremediğim bu bir haftalık süre içerisinde aldığım tadın sona ermesini istemediğimden olsa gerek, ayağım gaz pedalına yüklenmek istemiyor… Sanırım bu yüzden, Ada'ya dönüşü bir hayli ağırdan alıyorum.

İğneada ve çevresine dair son sözler…

Naçizane fikrimi soracak olursanız, İğneada, zaman yaratılıp, vakit geçirilmeksizin gelinip görülmesi gereken yerlerden…

Batı Karadeniz'in en uç noktasındaki bu şirin sahil beldesi, o emsali olmayan 20 km. uzunluğundaki kendine özgü kumsalı ve diğer çevre ve insan güzellikleriyle, kabuğunu çatlatıp da kırmaya hazırlanan bir istiridyeyi andırıyor son zamanlarda…

Ve o kabuk, arzu ve de hayal edildiği şekliyle kırılırsa eğer günün birinde, ortaya çıkacak inci tanesinin o muhteşem ışıltısı, emin olun ki, hepimizin gözlerini kamaştırarak bizleri kör edecek…


Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Yöneticisi ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi