Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE’nin kaleminden...

Bir hudut köyü: Beğendik…
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Bora BÜKE’nin kaleminden...
Foto Galeri /
Gezgin bir ruhunuz varsa ve bu ruhla yolunuz günün birinde Karadeniz’in batı kıyısının en uç noktasında yer alan İğneada’ya düşmüşse eğer, bu beldenin hemen yanı başındaki hudutta bulunan yerleşim birimlerinin tılsımı tıpkı bir mıknatıs gibi sizi kendine çeker. Bu gizemli çekim gücünün etkisinden kurtulabilmeniz neredeyse imkansızdır. Tek bir çareniz vardır artık: Oraları keşfe çıkmak…

Beğendik Köyü’ne gitmek için ayrılıyorum İğneada’da konakladığım pansiyondan. İğneada ile Beğendik Köyü arasındaki mesafe yaklaşık 13 km. ve oldukça düzgün bir asfalt. Otomobilimle köye doğru yol alırken tuhaf bir duygu kaplıyor içimi. Çünkü, ülke sınırlarının sona erdiği en uç noktada bulunan bir hudut köyü Beğendik.

Yol boyunca sağlı sollu o yemyeşil ağaçlar eşlik ediyor bana. Meşeler, gürgenler, kayınlar, çamlar… O masmavi gökyüzünde avare avare dolanan bulutlar yoldaşım şimdi… Aklıma nedense tamamlanmamış eski bir şiirimin mısraları düşüyor:

“yoksa bazen onun için mi ağlarlar
göklerde durmadan
oradan oraya savrulup duran bulutlar…”

İçim ısınıyor…

Kısa bir yolculuktan sonra köyün hemen girişinde sağ taraftaki bir ağacın altında Beğendik Köyü’nün tabelası karşılıyor beni “Hoş geldiniz” yazısıyla. Usul usul köyün içine doğru yol alıyorum. Kahve önlerinde oturanların meraklı gözlerinin üzerime çevrildiğini görüyorum. Başımla selamlıyorum göz göze geldiğim köylüleri.

Birazdan köy bitiyor. Ama asfalt yol devam ediyor köyün dışında da. Yolun nereye kadar gideceğini merak ediyorum. Bu merak yaklaşık 1 km. sonra önüme çıkan askeri bir tabelayla sona eriyor: “Yasak Bölge / Girilmez” yazıyor tabelada. Az ötesi askeri bölge…

İster istemez geri dönmek zorunda kalıyorum. Daha köye gelmeden denize doğru toprak bir yol kıvrılıyor. O yola sapıyorum. Toprak yol beni doğruca tam denizin kıyısına indiriyor. Sonradan, köylülerin “Kayalarbaşı” dediklerini öğrendiğim bu yörenin en tepesine oturtulmuş bir çardağa takılıyor gözüm. Çardağın bulunduğu tepeye tırmanıyorum. Yol tatlı bir kavis çizerek sola doğru dönüyor. Ve işte çardak tam önümde. Tepenin üzerindeyim şu an…

Çardağın altındaki tahtadan yapılmış masada yaşlı bir çift oturuyor. Beni görünce selamlayıp oturmam için masada bana da yer açıyorlar. Bu yörede yaşıyorlarmış. Balık getirmişler yanlarında. Ateş yakıp yemişler az evvel. Amca takılıyor: “Balığa geç kaldın!” diyerek. “Bir daha ki sefere artık!” diyorum; gülümsüyor.

Rumeli göçmeniymişler. Balkan savaşları sonrasında ailecek oralardan koparak bu topraklara yerleşmişler. Eliyle işaret ederek görme mesafesinde yer alan karşıdaki köyü gösteriyor bana. “Orası Rezova’dır.” diyor.

Köyün önünden akarak sularını hemen dibimizde Karadeniz’e bırakan dere de, kaynak kollarını Yıldız Dağları’nın kuzey yamaçlarından alan ve yaklaşık 110 km. uzunluğundaki Rezve Deresi’ymiş. Rezve, Türkiye ile Bulgaristan arasındaki sınırı ayıran dere. Derenin bu tarafı Türkiye, öte tarafı Bulgaristan…

Karşıdaki Rezova Köyü’ne odaklanıyorum. Burası Bulgaristan sınırları içindeki bir köy. Bulunduğum yerden çıplak gözle dahi köyün evlerini seçebiliyorum. Bizden tamamen farklı bir kültürün, farklı bir dilin, farklı bir tarihin damarlarından gelen insanlar yaşıyor o köyün çatıları altındaki evlerde…

Yaşlı karı koca izin isteyip ayrılıyor yanımdan. Onları arabalarına kadar uğurluyorum. Kayalarbaşı’ndaki tepenin üzerinde yapayalnızım şimdi…! Denizde, suyun içine dalıp çıkan bir karabatak, hemen üzerinde sanki onun hareketlerini izleyerek uçuşan bir martıyla oynaşıyor. Dalgalar bembeyaz köpükleriyle o kapkara kayalıkları dövüyor hiç durmamacasına...

Gözüm kumsala takılıyor. Bulunduğum tepenin eteklerinin denizle kesiştiği yerde başlayan o upuzun kumsal, bütün haşmetiyle, Rezve Deresi’nin Karadeniz’e döküldüğü noktaya kadar uzanıyor önümde. Kumsalda kimsecikler yok. Denizde de… Birbirleriyle oynaşıp cilveleşen o karabatakla o şirin martı dışında tabii. Tepemde parıl parıl parıldayan bir güneş var. Fonda Rezova Köyü, deniz ve dalgalar…

Uzun uzun karşımdaki Bulgar köyünü seyrediyorum. O ıssızlık bir an için tedirgin ediyor beni; ürperiyorum. Fakat tuhaftır, içimde bir gram da olsa korkunun zerresi yok. Nazım Hikmet’in o meşhur “Bugün Pazar” şiirindeki dizelerin anlamını bu ıssız tepede, karşımda bulunan Rezova adındaki o Bulgar köyünü seyrederken şimdi çok daha iyi anlıyorum:

“… / Bu anda ne düşmek dalgalara
bu anda ne kavga, ne hürriyet, ne karım.
Toprak, güneş ve ben…
Bahtiyarım.”

Bir müddet sonra arabama binip geldiğim yoldan Beğendik Köyü’ne dönüyorum tekrar. Canım bu köyün çayından içmek istiyor. Köyün kahvesine doğru yöneliyorum. Beni, sanki kırk yıllık dostlarıymış gibi karşılıyor Beğendik Köyü’nün o misafirperver köylüleri.

Köylerini seviyorlar. Bu sevgiyi köylerini anlatırken gözlerinden okumak dahi mümkün. Eskiden Ayestafanos adında bir Rum köyüymüş burası. Cumhuriyet döneminden sonra köyde yaşayan Rumlar terk etmişler evlerini. Buraya da Bulgaristan’dan gelen göçmenler yerleşmiş. Köyde yaklaşık 400-450 civarında yerleşik bir nüfus var. Köylülerin geçim kaynağı ise odunculuk, balıkçılık ve hayvancılık…

12 Eylül 1980 askeri müdahalesi şans getirmiş köye. Karşıdaki Bulgar köyünün oldukça iyi sayılabilecek binalara sahip olması Beğendik Köyü’nün de devlet desteğiyle yeniden imar edilmesine vesile olmuş! Köyün adını,  bu yeninden yapılanmanın sonrasında Atatürk Örnek Köyü olarak değiştirmiş devlet. Fakat hala herkes Beğendik diyor bu şirin yerleşim birimine…

Hudutta yaşamak evlerinin yenilenmesi gibi bir avantaj getirse bile kendilerine, eski tarihlerde oldukça zorluğunu çekmişler hudutta bulunmanın. “Eskiden olsaydı, böyle elini kolunu sallaya sallaya gelemezdin buralara!” diye bana takılıyor köylünün biri. Köye gelebilmem için nüfus kağıdımın haricinde, bir de Demirköy’deki askeri karargahtan alacağım köye giriş yapacağımı belirtir izin kağıdımın da olması gerekirmiş, yaklaşık bir on-on beş sene öncesi. Hepsi mazide kalmış artık bunların. Bu yörede açılacağı dillendirilen sınır kapısının açılmasını dört gözle bekliyor köylüler. Sınır kapısının köylerine bereket getireceğine inanıyorlar çünkü.

Köylünün derenin öte tarafında yaşayan Bulgarla hiçbir sorunu yok. Mesela, hayvanlarını sınır çizgisi vazifesi gören Rezve Deresi kenarına götürdüklerinde köylüler, eğer ki karşıda Bulgar köylüsü veya askeri varsa o sırada, Türk köylüsü Bulgarı görüp de korkup rahatsız olmasın diye saklanırmış Bulgar köylüsü ya da askeri. Aynı davranışı bizim köylümüz ve bizim askerimiz de gösterirmiş. Birbirlerine karşı böylesine sıcak ve de zarif yaklaşımları var.

Köylülerden biri, 1980’li yıllarda Türkiye ile Bulgaristan arasında yaşanan acı olayları anımsatıp “Sorun biz köylülerde değil. Biz birbirimizi çok iyi anlıyoruz; birbirimizle çok iyi anlaşıyoruz.  Asıl sorun başkentlerde, politikacılarda… Bizi birbirimize düşüren, kırdıran, düşman eden onlar!” diyor. O köylüye hak vermekten gayrı elimden başkaca bir şey gelmiyor maalesef…

Köyü fotoğraflamak için izin istiyorum kendilerinden. Elim içtiğim iki çayın parasını ödemek için cüzdanıma gidiyor. “Hiç olur mu öyle şey!” diyor kahveci. “Sen bizim misafirimizsin. Misafirden para alındığı nerede görülmüş. Hem çayını içerken şeker de kullanmadın zaten. Masrafsız misafir sayılırsın!” Dudaklarımın kenarlarına tatlı bir tebessüm yerleşiyor. Az evvel içtiğim çayın sıcaklığının şimdi içimi ısıttığını, buruk tadınınsa yüreğimi dağladığını duyumsuyorum…

Köyün içinde fotoğraf çekerek ilerlerken bir evin bahçesinin orta yerindeki ağacın dallarına asılıp tıpkı bir kuğu asaletiyle yere kadar süzülüp toprağın üzerinde öbeklenmiş tiril tiril, pırıl pırıl turuncu renkte bir balıkçı ağı görüyorum. Güneş ışınları bahçenin arka tarafından o kadar tatlı bir şekilde düşüyorlar ki o turuncu ağların üzerlerine, dayanamayıp fotoğrafını çekmeye başlıyorum bu enfes görüntünün. Derken, evden bir köylü çıkıyor ve gülümseyerek bana yaklaşıyor. “İstersen bahçenin içine gir de öyle çek!” diyor. “Daha rahat edersin.” Dediğini yapıyorum. Önümdeki çiti atlayıp bahçeye giriyorum.

Sonrasında tanışıyoruz. Adının Ali Yavuz olduğunu öğreniyorum. Ali Kaptan balıkçılık yapıyor. Kendi teknesi varmış. Bahçedeki ağları yeni alıp getirmiş İstanbul’dan. Henüz su yüzü görmemiş bu ağlar. Tekneye konulup sulara salınmayı, tıpkı gelinlik kızların üzerlerindeki o bembeyaz gelinlikleriyle düğünlerini beklemeleri gibi bekliyor Ali Kaptan’ın yeni ağları… Palamut ağlarıymış bunlar. “Kalkan ağları da var.” diyor. “Onları da getireyim.” Gidip az sonra her iki elinde de o koca koca ağlarla geri geliyor Ali Kaptan.

Anlıyorum ki ağlarına çok iyi bakıyor. Geçim kapısı ne de olsa… Eylül’den Kasım’a kadar süren o palamut ve lüfer bolluğunun ardından, hemen yılbaşı ertesinde kalkan balığı tutulmaya başlanırmış buralarda. “Kalkan mevsimi de Mayıs’a kadar sürer.” diyor.

Yanından ayrılırken bütün samimiyetiyle arkamdan sesleniyor: “Kalkan zamanı balık yemek için buralara tekrar gelirsen beni mutlaka bul.!”… “Anlaştık Ali Kaptan.!” diye karşılık veriyorum bu kalender gönül adamının bu sıcak davetine…

Otomobilim az evvel çayını içtiğim kahvenin hemen önünde park etmiş bir halde beni bekliyor. Köylülerle vedalaşıyorum. Beni arabama kadar geçiriyorlar. Ardımda Beğendik Köyü’nün o olağanüstü güzellikteki doğası ile o sımsıcak insanlarının dostluklarını bırakarak tekrar İğneada’ya doğru yol alıyorum. Köylüler alışkanlıktan olsa gerek Ada diyorlar İğneada’ya. Onlara uyuyorum. Ada’ya gidiyorum ben de…

Bu yörelerdeki seyahatim boyunca ikinci kez okuma fırsatı bulduğum “Zorba” adlı o muhteşem romanın bir yerinde yazar Nikos Kazancakis, Konfiçyüs’ten bir alıntı yaparak der ki:

“Pek çokları mutluluğu insandan daha yüksekte ararlar, bazıları da daha da alçakta; ama mutluluk insanın boyu hizasındadır.”

Günün birinde yolunuz ola ki bir hudut köyü olan Beğendik’e düşerse eğer, mutluluğu kendi boylarının hizasına indirgemeyi öğrenebilmiş ve daha da önemlisi bunu özümseyebilmiş o kadar çok insanla karşılaşacaksınız ki, şaşıracaksınız…

Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Yöneticisi ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi