Yazarlar Bora Büke

Bora BÜKE'nin kaleminden...

Denge... Ya da balans... Veya muvazene...
Foto Galeri /

Yaşam okyanusunun gelgit’lerinde boğulmamak için çırpınıp dururken, ruhumuzu dinleyebileceğimiz üç-beş dakikalar çalabildiğimizde zamandan, çoğumuz, vicdanımızın muhasebesini yapmaya kalkışırız.

Bu eylem; kimimiz için o anda aklımıza esiveren sıradan bir hesaplaşma, kimimiz için periyodik aralıklarla yapılması lazım gelen bir ödev, kimimiz içinse hemen hemen her gün zaman yaratılıp yerine getirilmesi gereken bir zorunluluktur.

Vicdan muhasebesinin yanında, aslında ondan daha da çok, yapmamız gereken bir başka analiz, çıkartmamız gereken bir başka envanter daha vardır iç dünyamızda: Varlığımızın muhasebesi...

Bu, öyle bir muhasebe çeşididir ki, mali yılımız, anamızın karnında şekil bulmakla başlayıp, mezar taşımızın -şairin dediği gibi- ola ki, devasa bir çınarın altına dikilmesiyle nihayetlenir.

Yıl sonları, bu tarz muhasebe ve analizlerin yapılması ve eteğimizdeki tüm taşların dökülerek birer birer sayımlarının yapılıp envanterlerinin tutturulması için hayatımızın en uygun zamanlarıdır belki de...

Şurası bir gerçektir ki, insan diye adlandırdığımız mahluk, ilk çığlıklarıyla dünyamıza "Merhaba..!" dediğinde, O’nun varlığının bilançosu tam anlamıyla bir dengeyi içermektedir. Analizi de çok basittir. Aktifini, o minik cüssesi; pasifini de, Allah’ın o minik cüssenin içine özenle yerleştirdiği, adına da "akıl" dediğimiz sermaye oluşturur.

Gerçi, o sermayenin azlığı ya da çokluğu ayrı bir tartışma konusudur; doğrudur, ama yine de, yaşamımızın daha sonraki evrelerinde iyisiyle-kötüsüyle karşılaşabileceğimiz tüm sonuçların nedenlerinin, o başlangıç sermayesinin kullanılış biçiminde saklı olduğunu unutmamamız gerekir.

Yılları geride bıraktıkça, varlığımızın bilançosunun dengesinde bir takım değişiklikler gözlemlenir. Ancak, gelişme aşamasını henüz tamamlayamamış ülkelerin coğrafyasında yaşayan insanların, karakteristik bir özelliği vardır: Bu ülkelerdeki çoğu yaşamın bilançosu balans değildir..!

Günlük meşgalelerin hayhuyu içinde oradan oraya savrulup sürüklenen bu insanların kendi varlık bilançolarını dengeye oturtabilmeleri, tamamıyla yine kendi çabalarını gerektirir. Hayatta, en başta sevgi olmak üzere, hiç bir kazanıma çabasız ulaşılamayacağı gerçeği, burada da karşımıza bir anıt gibi dikilir adeta...

Yukarıda ifade edilmeye çalışılan kazanımların, sadece maddi varlıkları satın almaya yarayan para ya da mal-mülk gibi değerler olduğu düşünülmesin sakın... Evet, bunlar -maalesef- günümüzün birer realitesi; ama yine de her şeyi değil çok şükür...

Her gün havasını ciğerlerimize soluduğumuz dünya, servetlerinin denizlerinde yüzerken, hala, varlıklarının bilançosunu balans hale getirememiş insanları barındırırken; kazandığı beş-on kuruşla ay sonunu güç bela getirmeye çalışan ve buna rağmen mutluluğun ve dinginliğin uçsuz bucaksız enginlerinde kulaç atan nice insana yer vermektedir içinde...

Önemli olan gerek iş, gerekse özel yaşamımızda küçücük mutluluklardan pay çıkartabilmektir kendimize... Bu, sanıldığı kadar da zor bir olay değildir aslında... Önemli olan bakabilmesini bilmektir; yani, görüş açısıdır.

Burnumuzun dibindeki güzellikleri, at gözlüğü kullandığımız için görmezden gelip, kaf dağının ardındaki hayallerin peşinde tüketirsek ömrümüzü, ne kadar uğraş verirsek verelim, varlığımızın bilançosunu elbette dengeye oturtamayız.

Oysa, aşağıda nakletmeye çalışacağım şu minik öykü, o hayallerin peşinde koşmanın ne denli boş olduğunu nasıl da çarpıcı bir biçimde özetler:

"Eski zaman ülkelerinden birinde, bir resim yarışması düzenlenir ve dünyanın en güzel şeyinin resmini yapana büyük ödülün verileceği duyurulur. Ülkenin ressamları dünyanın en güzel şeyinin ne olduğu konusunda düşünmeye başlarlar; lakin, bir türlü görüş birliğine varamazlar.

Kahramanımız da o ressamların içindedir; o da bulamaz dünyanın en güzel şeyinin ne olduğunu... Sonunda, karısı ve çocuklarıyla vedalaşıp dengini hazırlar; onu arayıp bulabilmek için yollara düşer.

Az gider, uz gider, dere tepe düz gider de gitmesine, dünyanın en güzel şeyini bir türlü bulamaz. Bir gün yolda bir din adamına rastlar ve sorar: "Dünyanın en güzel şeyi sizce nedir..?" Din adamı "İnançtır..!" diye yanıtlar ve yoluna devam eder.

Ressamın zihni "İnancı nasıl resmedebilirim..?" düşüncesiyle meşgulken, bir başka gün, savaştan döndüğü her halinden belli olan bir askere rastlar ve ona sorar aynı soruyu... Aldığı yanıt yine çok kısadır: "Barıştır..!" der asker... Ressamın aklı daha da karışmıştır. İnanç ve barış... Bu iki soyut kavram bir resimde nasıl canlandırılabilir..? Yine yollara düşer ressamımız...

Günlerden bir gün, karşıdan tek başına dans ede ede gelen ve vücudunun her tarafından hayat fışkıran bir kadınla karşılaşır. Ona da sorar aynı soruyu: "Dünyanın en güzel şeyi sizce nedir..?" Kadın, hiç duraksamaksızın "Aşktır..! Başka ne olabilir ki..?" diye karşılık verir; ve yine, kendi kendine dans ede ede uzaklaşır ressamdan...

Ressamın kafası karmakarışık olmuştur. "İnanç, barış ve aşk..! Bunların üçü bir resme nasıl sığar..?" diye geçirir içinden... Sonuçta, dünyanın en güzel şeyini bulup da resmedememenin hüznüyle aylardır ayrı kaldığı evine, ailesine dönmeye karar verir.

Evine yaklaştıkça heyecanı daha da artar ressamın... Çocuklar, babalarının gelişini karşıdan görür görmez, o sevinçle annelerine seslenirler. Ve tüm aile, babalarını karşılamak için bir sevgi seli oluşturuverir hemen...

Ressam, karısının ve çocuklarının kendisine doğru koşarak yaklaşmalarını izlerken, birdenbire, onların yüreklerindeki inancı, evinde yıllardan beridir hüküm süren barışı ve karısının gözlerinin içinde parıldayan aşk kıvılcımlarını farkeder.

O anda bir şimşek çakıverir beyninde ve "İşte" der, "Dünyanın en güzel şeyi budur... Ailemdir... Evimdir..." der... Oturur, evinin içinde ailesinin resmini yapar; yarışmaya da bu resimle katılır ve büyük ödül kendisine layık görülür."

İnsanlar, öyküdeki ressam gibi, her an ellerinin altındaki mutluluğu -belki de ona alıştıkları için- gözardı edip, onu uzak diyarlarda aramaya kalkıştıklarında varlık bilançolarının dengesi bir anda alt üst oluverir. Oysa, o bilançoları, ufacık gayretlerle, doğduğu gündeki doğal dengesinde tutabilmek o kadar basittir ki...!

Gelin, onun dengesini sonradan pişman olacağımız küçük bilanço oyunlarına feda ederek bozmayalım. Kısa vadeli günlük çıkarlarımız için uzun vadeli mutluluklarımızı riske atmayalım. Şayet, o riski üstlenerek o dengeyi bir kez bozarsak da, 1897 yılında Galiçya’da bir köylü ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelip, tıp eğitimi alarak Viyana’da Freud’un başyardımcılığını da yapan ve 20. yüzyılın ortalarında bu dünyadan ayrılan Avusturya asıllı hekim Wilhelm Reich’ın şu sözlerini asla aklımızdan çıkarmayalım:

"Dinle, küçük adam: Kendi yaşamından sen, yalnızca sen sorumlusun..! Bak ben ne diyorum: Senden başka hiç kimse senin kurtarıcın olamaz..!"

Eski yılı uğurlarken, temenni edelim ki, ruhumuza uygun dünyanın en güzel şeyini bugüne kadar bulamadıysak eğer, yeni yılda onu bulabilelim. Bulduysak da, kimilerinin Frenkçe’den devşirip balans diye dillendirdiği, kimilerininse Osmanlıca’dan miras muvazene diye bellediği, onun kendine özgü o hassas "denge"sini, yaşadığımız müddetçe, tıpkı bir sarraf titizliğiyle koruyabilelim.

Mutlu yıllar...

Bora BÜKE
Yapı Kredi Spor Kulübü Derneği
Sosyal Aktiviteler Yöneticisi ve Web Sitesi Editörü

Yazarı Tanıyalım Yazarın Tüm Yazıları Yazarın E-posta Adresi